24 Şubat 2016 Çarşamba

Dünya Büyülü Bir Yer




      7 ve 8. sınıflara büyülü bir dünya...    
Gençlerin arayışlarına ışık tutan, sevgi dolu, şiirsel bir roman! Okuması çok keyifli, sonrası ne olacak diye merak uyandıran akıcı ve 2010 yılında Andersen Ödülü’nü almış bir kitap. Dostluk, sevgi, yaşam ve ölümün iç içe geçtiği sıra dışı ve epik bir roman. Dünyanın gerçekten büyülü bir yer olduğunu, bu büyünün de süreklilikte gizlendiği gerçeğini yalın bir dille vurgulamayı başarıyor. Kitap, sürükleyici kurgusu kadar felsefi derinliğiyle de dikkati çekiyor.
          Kit, ailesiyle birlikte Kuzey İngiltere’nin eski madenci kasabalarından birinde yaşayan dedesinin yanına yerleşir. Yeni okulunda tanıştığı çocukların metruk maden ocağında oynadıkları "Ölüm" denen gizemli oyun, Kitin yaşamı algılayışında derin değişikliklere neden olur. İlginç resimler yapan hırçın delikanlı Askew; delidolu, çılgın bir kız olan Allie; zamanın gerisinden gelen küçük İpeksinin silueti; sevgili dedesi ve dedesinin ona anlattığı anılar; kaleminden dökülüveren Lakın öyküsü ve daha pek çok ayrıntı Kit’i etkiliyor. Geçmişi ve bugünü aynı anda duyup yaşayabilen biri oluyor.

 

20 Şubat 2016 Cumartesi

Mehmet Atilla ile Söyleşiye Az Kaldı

03 Mart Perşembe günü edebiyatımızın üretken, duygu dolu kalemi Mehmet Atilla, Yazarlık ve Yazma Becerileri Seçmeli Dersi öğrencileri atölye çalışması gerçekleştirdikten sonra 6 ve 7. sınıf öğrencilerimizi kitapların büyülü dünyasına yolculuğa çıkaracak.

Yazarlık ve Yazma Becerileri Seçmeli Dersi öğrencileri Kafesteki Çikolata adlı şiir kitabından yola çıkarak bir atölye çalışması gerçekleştirecekler.

Mehmet Atilla 6. sınıflarımızla "Yapboz Çocukları", 7. sınıflarımızla "Yüzümde Kırlangıç Gölgesi" kitapları üzerine değerlendirme yapacak.










Yazında, duygu ve düşünceleri en yoğun, yalın ve öz aktarım biçimi olan şiirler, çocukları edebiyat ve sanat dünyasına yakınlaştırma olanağı sunuyor. Çocuklar için yazılmış şiirlerin, eğitimde giderek eksilen felsefi bakış açığını kapatmaya yönelik bir işlevi olduğu da yadsınamaz. Mehmet Atilla duyarlı kişiliğini dizelere çok anlamlı bir şekilde yansıtmış Kafesteki Çikolata şiir kitabıyla.








ACABA NE OLUYOR

Uzandım kumsala
Denizin sesi kulaklarıma akıyor
Şu ikide bir vurup kaçan
Suyun gagası mı yoksa
Ayağımdaki

Kapattım gözlerimi
Pembe bir örtü üzerime yağıyor
Derken
Yepyeni bir serinlik
Yanağımdaki

Acaba ne oluyor?

Dayanamayıp
Kaldırdım başımı neden sonra
Meğer kitap okuyormuş annem
Orada hemen
 Az ötedeki


Uzandım kırlara
Dağların soluğunu gezdiriyor rüzgâr
Masmavi bir deniz belki de
Şu dolanıp durduğum boşluk
Yukarıdaki

Kapattım gözlerimi
Kelebekler alnıma dokunuyor sanki
Sonra
Yepyeni bir ılıklık
Avucumdaki

Acaba ne oluyor?

Doğruldum yavaşça
Merakımı yenemeyip
Kitap okuyormuş meğerse babam
Orada hemen
Az ötedeki


 
Yaşamları bir kıyı kasabasında kesişen iki gencin romanı. Engin'le Nilüfer ıssız bir eve bırakılan özürlü bir çocuğun gizemini çözmeye çalışırken kendilerini yeni heyecanların içinde bulurlar. Sürükleyici bir kurgu, ilkgençliğin inişli çıkışlı duyguları ve uçan kırlangıçlar...

Yaşamları bir kıyı kasabasında kesişen iki gencin romanı...

Bir yandan kasabanın doğal güzelliklerini paylaşıp, bir yandan da beklenmedik olayların izini sürmeye çalışır bu iki genç. Çevrelerine ve akıp giden zamana karşı direnirken gösterdikleri bütün çabalar, ayrılık hüznünü yaşamalarına engel olamaz.

Kırlangıçlar gibi bir anda gelip, bir anda kaybolan genç kızın gölgesi artık kasabanın her yerindedir. Ancak görmesini bilene...



Güçlü kalemi ve ifade yeteneğiyle edebiyatımızın duyarlı yazarlarından Mehmet Atilla, Yapboz Çocukları’nda umudun, mücadelenin ve dayanışmanın iç içe geçtiği ürkek yaşamları, hasıraltı etmeye alıştığımız önemli sosyal gerçeklere değinerek anlatıyor.

Anadolu’nun görkemli kültür ve sanat yapılarından Aspendos yakınlarında bir yerdeyiz... Tarihe tanıklık etmiş binlerce yıllık bu bereketli topraklar şimdilerde büyük bir insanlık ayıbıyla karşı karşıya. Her yer tarım işçilerinin kurduğu çadırlar, karın tokluğuna çapa sallayan ırgatlar ve okullarından koparılıp tarlalarda çalışmaya zorlanan “çocuk işçiler”le dolu…

Halası ile yaşam mücadelesi veren Rojin, çocukluğunu unutup erken yaşta hayata atılan bu çocuk işçilerden biri. Gün boyunca, güneşin alnında, teri toza bulanana kadar çalışan Rojin’i yaşama bağlayan tek şeyse yıllar önce babasının beraberinde götürerek izini kaybettirdiği küçük kardeşi Revan’a yeniden kavuşmak. Peki, ama nasıl? Onu bulabilmek için elinde olan tek bilgi, Revan'ın İzmir'deki bir hastanenin önünde mendil veya simit sattığı...

Neyse ki Rojin bu zorlu mücadelede yalnız değil. Ona yol gösteren 222 yaşında bilge bir hamisi ve onu kardeşiyle buluşturabilmek için hiç durmadan Aspendos’tan İzmir’e kanat çırpan güzel dostları var.

Zaman akıp Rojin günden güne hayaline yaklaştıkça toplumun kanayan yaraları derinleşiyor. Zorlu şartlarda hayata tutunmaya çalışan çocuk işçilerin varlıkları daha da belirginleşiyor. Kötü bir yapbozun parçaları gibi sağa sola savrulan bu küçük hayatların kursaklarında kalan yaşama sevinci kalplerimizde adeta düğümleniyor...

Toplumsal konulara hassasiyetiyle tanınan ödüllü yazar Mehmet Atilla, yaşlı bir zeytin ağacı ile dallarına konan yardımsever kuşların ağzından dile getirdiği bu romanını, ufuk açıcı şiirlerle renklendirerek, birbirinden ayrı düşmüş iki kardeşin yürek burkan buluşma öyküsünü etkileyici bir üslupla aktarıyor.

                                                          

14 Şubat 2016 Pazar

14 ŞUBAT DÜNYA ÖYKÜ GÜNÜ



Hayat! Bazen acı bazen tatlı. Türlü türlü hikayelerin yaşandığı bir oyun sahnesi.
Hikaye! Nam-ı değer “ÖYKÜ”. Bazen kısa bazen uzun. Türlü türlü gerçeklerin ve hayallerin yaşandığı bir hayat oyunu.
Yaşam! Kimine göre zor kimine göre kolay. Türlü türlü dönemeçlerin olduğu bir tür sınav!
Hayal! Kimine göre zorunluluk kimine göre saçmalık. Türlü türlü renklerin bir araya gelerek oluşturduğu yokluk ve varlık sınırında yer edinmiş bir dünya.
İnsan! Bazen dertli bazen kederli bazense tüm acıları yaşamamışçasına keyifli. Samimi, sıcak, mesafeli, dingin, inatçı, azimli, bezgin ya da bitkin ya da heyecanlı. Türlü türlü duygularda. Bazen hayalde bazen de gerçekte ısrarcı. Yaşı kaç olursa olsun öyküsüyle vardır her insan.
ODTÜ Geliştirme Vakfı Ankara Okulları olarak “Öykü var oldukça dünya döner!” ve “Uzakları yakın eder öyküler!” sloganlarıyla çıktık yola. Yüreğimizden ve zihnimizden geçenleri kağıda dökerken hayallerimizi yükledik sözcüklere. Öykülerle kurulan dünyada tüm uzaklar yakındır dedik ve başlattık yarışmamızı. Tüm seviyelerde heyecanla sarıldık kalemlerimize. Neydi öykü? Nasıl oluyordu da yüreğimizin derinliklerine kadar işleyebiliyordu? Dilimiz döndüğünce ve kalemimiz işlediğince anlattık tüm bunları ve öykülerimizin kanatlarında birbirimizin gönüllerine değdiğimiz 14 Şubat farklı anlamı olduğu günde "Dünya Öykü Günü"nde bir araya geldik.
Okudukça dönen bu dünyada nice öykülerle nice hayatlara ortak olmaya devam etmeyi gönülden diledik.









DOĞRU TÜRKÇE!


TÜRKÇESİ VAR!


9 Şubat 2016 Salı

"KALEMLER / YAŞAR KEMAL"

Şehirlerin en önemli yerlerinden birisi de çöplükleridir. Çöplüklerin şehirler için gerekli değil, bu kadar önemli olduğu hiç aklınıza geldi mi? Bir büyük şehir çöplüğünü görünceye kadar bunu ben de bilmiyordum. Bir çöplük, bence bir şehir demektir.
İstanbul güzel şehir, alımlı şehir. İstanbul’un bir havasına, tadına girendir daha onun havasından, tadından çıkamaz. İstanbul’un boy boy, renk renk resimleri yapılmıştır yıllar boyu. Fotoğrafları çekilmiştir. Üstüne şiirler yazılmıştır. Ben size söylüyorum ki, bunların birçoğunu gördüm, okudum, hiçbir şey, hiç kimse İstanbul’u çöplükleri kadar anlatamadı bana. Kirli mi İstanbul, çöplüğü kokar, leş gibidir. Kokusu burnunun direğini kırar... İstanbul daha mı temiz, kokusu daha az gelir. İstanbul mis kokulu mu, kokusu mis gibi kokar çöplüklerinin. Çöplük de mis gibi kokar mı diyeceksiniz? Kokar kokar, bana inanın... Neden böylesine yakından bilirim çöplükleri? Kendimi savunmam gerek... Ben çöplük uzmanı değilim. Sebepini söyleyeyim de içinizde bana karşı bir şey kalmasın... Bir, ben martıları çok severim... Sever miyim? Yok yok, daha çok merak ederim onların hayatlarını. Giderim, saatlerce onları seyrederim... Bir deniz üstünde, bir kayalıkta, bir çöplükle. Martılar geçimsiz, döğüşçü Allahın belası, tuttuğunu koparır yaratıklardır. Buradan martıların hayatının ince ayrımlarına kadar girmek gereksiz. Bir gün size martıların üstüne, bu aç gözlü, bu yırtıcı, bu tuttuğunu koparır yaratıkların üstüne uzun, ilginç yazılar yazabileceğim. Martıların hayat kavgaları en çok çöplüklerde olur, ilk ilgim çöplüklere martılardan dolayıdır. Çöplüklere ikinci ilgim de bizim komşu Rüstem Çavuş’tan dolayıdır. Rüstem Çavuş koskocaman pos bıyıklı, gözlerinin içi gülen, canlı, şakacı hayat dolu, sevgi dolu Sivas'ın Zara ilçesinden bir kişidir. On yıldır da İstanbul’da çöpçüdür. Çöpçü çavuşluğuna bundan dört yıl önce terfi etmiştir.
Çöpçü çavuşu olduktan sonradır ki bizim evin yanındaki arsayı aldı, önce arsaya üç tane kavak dikti. Sonra arsanın dört bir yanını çitle çevirdi, baharda bir baktık ki, bütün çit boyunca hanımelleri açmış, bütün mahalleyi hanımeli kokusu sardı. Ne zaman oldu bu iş, evi ne zaman arsanın içine kondurdu, ne mahalleli farkına vardı, ne ben, belki ne de kendisi... Orada, hanımelli çitin içinde yeşile boyanmış, büyücek üç pencereli bir göz ev belki bin yıldır orada pırıl pırıl duruyordu. Karısını tanıdık az sonra, kısa boylu, geniş kalçalı, çekik büyük gözlü yirmi beşinde gösteren bir tazeydi. Sabahtan akşama kadar evin camlarını siliyor, tahtalarını ovuyor, bahçenin toprağını belliyor, bir an boş durmuyordu. Bütün mahallede en temiz ev, şu zengin villalarının içine sıkışmış en güzel ev, en temiz ev, gıcır gıcır ev Rüstem Çavuş’un eviydi. Karı kocayı bazen avlu kapısında durmuş, bir ressamın eserini seyrettiği gibi öylesine hayran, müthiş tatlı bir yüzle evlerini seyrettiklerini görüyordum. Böyle yakalandıklarını anladıklarında yüzleri kızararak, bir suç üstünde yakalanmış çocuk ürkekliği, utangaçlığıyla evlerine kaçıyorlardı. Onları böyle sık sık yakalıyordum. Sonunda hep bir olup bu güzelim küçük evi saatlerce doyamadan birlikte seyreder olduk.
Bahar geldi evin küçücük bahçesinde türlü türlü çiçekler açtı... Evin pencereleri renk renk sakız sardunyaları, fesleğenle donandı... Rüstem Çavuş’un evi pırıl pırıl, iç açıcı, göreni mutlu kılan, büyük, usta bir ressamın elinden çıkmış bir resimdi sanki.
İki de çocukları vardı. Birisi kız, ötekisi oğlan. Oğlan topaç gibi, kütür kütür, sabahtan akşamlara kadar arı ardında dolaşan cin gibi, bir çocuktu. Bir an olsun yerinde duramıyor, kıvıl kıvıl, mahallenin her yerinde kaynıyordu. Bu her an tozla toprakla cebelleşen çocuğun üstü başı da, aynı evleri gibi tertemiz, sakız gibiydi. Kızları daha büyücek, durgun, hiç konuşmaz, hep ince ince gülümser, utangaç, tatlı, kederli yüzlü bir kız... İncecik çenesi, kalın dudakları daha şimdiden onu büyük biri gibi gösteriyordu. Bütün halleri de öyleydi. Bütün aile, evleri, çocukları, çiçekleri, karı koca, fışkıran bir sevgi, sonsuz bir mutluluk içindeydiler. Bu kapıdan geçen herkes bu büyük mutluluğun farkına hemen varır, içi sevgiyle dolardı. Yerler, evler, insanlar vardır. Şöyle bir bakarsan mutlulukla dolarsın...
Dört yıllık komşuluğumuzda ne zaman sıkılsam, ne zaman karanlığa düşüp dünyayı lanetlesem çıkardım dışarı küçük eve bakar, üstümdeki kötülükleri atrverirdim. Pos bıyıklı, yakışıklı adam, çöpçü üniforması içinde her akşam eve gelir, bazen coştuğunda bağlamasını eline alır çok inceden, duyulur duyulmaz, hiçbir yerde duymadığım, duyamadığım, bundan sonra da ölünceye kadar duyamayacağım türküler söylerdi. Ne söylerdi bu türkülerde? Mutluluk mu, bir keder mi, bir olay mı bir türlü anlayamazdım. Bazı onun yakalamak, yan yana türküsünü dinlemek, ne dediğini duymak isterdim. Ben eve girer girmez hemen o ayağa kalkar, yer gösterir, sazını da alelacele yandaki sandığını arkasına atıverirdi. Birkaç kere çalmasını istedim, anladım ki ölse de benim yanımda çalmayacak, vazgeçtim. Daha, daha merak ediyorum, bu türkülerde o kadar güzel hangi sözleri söylerdi Rüstem Çavuş?
Rüstem Çavuş beni severdi. Çalışma yerini görmek istedim, kırmadı, üstelik de sevindi... İşte arada sırada bu yüzden oraya gittim. Burası şehrin dışı, tuğla ocaklarının bulunduğu bir yerde. Şehrin çöplerini buraya döküyorlar, Rüstem Çavuş da bunun başında duruyordu. Bazı günlerde çöpleri yakıyorlardı ve ben yanık çöp kadar pis kokan hiçbir şeye rastlamadım şu darı dünyada.
İşte bir çöplüğün bir şehrin bütünüyle karakterini taşıdığını Rüstem Çavuş arkadaşımla birlikte gittiğimde bu çöplüklerde gördüm.
Çöplükler bir şehirdir ve çöplerin içinden bir şehrin bütün eşyası çıkabilir. Kol saatleri, masa saatleri, cep saatleri, hem de yepyeni. Yüzükler, bilezikler, kolyeler hem de altın, hem de elmas... Kalemler, dolmakalemler, tükenmez kalemler. Makaslar, iplik yumakları, makaralar, gözlükler, paralar. Bir şehirde ne varsa bu şehrin çöplüğünde de o vardır... Çöplükten çıkanları değerli olsun, değersiz olsun çöpçüler aralarında kardeşçesine pay ederlerdi. Yalnız bir şeyi paylaşmazlardı, o da kalemleri... Çöplerin arasından çıkan kalemleri bulanlar, sevinçle, bir altın, bir elmas yüzük bulmuşçasına bağırıyorlardı:
"Rüstem Çavuuuuş... Bir kalem daha... Amma da gözeldir ha... Hiç açılmamış. Rengi de kirmizidir ha..."
"Rüstem Çavuş... Bir kalem daha... Yeşildir kim ne gözet yeşildir... Dolma da kalemdir..."
"Rüstem Çavuuuuş... Bir kalem ki, yüz lira eder... Daha kutusunun içindedir."
Rüstem Çavuş’un yanında büyük bir testi suyu vardı, kendisine getirilen kalemleri evirir çevirir, bakar, sonra da sabunlu suyla kalemi bir iyice yıkardı.
Rüstem Çavuş kalemleri de paylaşalım diye çok ısrar etmiş, fakat çöpçü arkadaşlarına kabul ettirememişti. Onun çocukları vardı ve çocuklar okuyorlardı. Bey, Hanım olacaklardı. Yüz yıl da, yüz yılın her günü de buradan yüzlerce, binlerce kalem çıksa kalemlerin hepsi Rüstem Çavuş’un çocuklarının olacaktı.
Gerçekten, çöpçüler kalemleri Rüstem Çavuş’a verdiklerinden dolayı büyük bir mutluluk, büyük bir sevinç duyuyorlardı. Her kalem bulan ona büyük bir zafer, iyi iş yapmışların güveni içinde getiriyordu. Her biri okuyan, büyük, iyi, bilgili adam olacak, çöpçü olmayacak çocuklara yardımın mutluluğundaydı. Bu onların gözlerinden apaçık okunuyordu. Rüstem Çavuş’un onların bu mutluluğunun, sevincinin önüne geçmeye hakkı yoktu. Ve çocukların da en büyük oyuncakları kalemdi. Her akşam renk renk bir sürü kalemle geliyordu. Kalemleri üstüne, bugün ne kadar çıkacak, diye, ana, oğul ve kız bahse tutuşuyorlardı. Her zaman da kızın dediği ya çıkıyor, ya da sayıya en çok onunki yaklaşıyordu.
Kız bu yıl ilkokulun beşinci sınıfındaydı... Kızın için için övündüğü, arkasında güvendiği, hiç kimseye söylemediği, hiçbir zaman da söylemeyeceği bir güvenci vardı arkasında. Bu çocukların her bir şeyleri vardı. Cicili elbiseleri, güzel çantaları, her gün gelip onları okul kapısından alan otomobilleri vardı... vardı ama, hiç kimsenin, babalarının kalem dükkanlarında bile hiç kimsenin bu kadar çok kalemi yoktu. Kalemleriyle için için öylesine övünüyordu ki... Kalemlerini düşündükçe gizli bir sevinçle gözleri ışıl ışıl yanıyor, pespembe yanakları parlıyordu. Ama kimse bilmiyordu ki onun o kadar çok kalemi olduğunu... Bu içinde büyük bir dertti. Okula kalemlerini alıp getiremiyordu ki... Bir getirebilse, herkesin herkeslerin parmakları ağızlarının içinde kalacaktı. Bin tane renkli kalemi vardı... Kırmızısı, beyazı, karası, mavisi, turuncusu... Bir araya getirince kalemlerini bir renk harmanı oluyordu. Gerçekten bir kalem harmanına benziyordu, ışıklı... Kalemleri okula getirecek, getirecekti ama, ya sorarlarsa bu kalemleri nereden aldın, diye. Ne diyecekti, ne diyebilirdi. O kadar çocuğun arasında. Çöpçübaşı babam çöplerin arasından topladı bu kadar kalemi diyemezdi ki... Ölse de, kesseler de, kanım iyice akıtsalar da diyemezdi. Nasıl derdi... Ama, mutlaka getirmeli, arkadaşlarına kalemlerini göstermeliydi.
Günlerce kafasını yordu, bir türlü yolunu bulamadı. Bu kalemleri bana babam aldı dese inanmayacaklardı. Milyoner çocuklarına bile babaları böylesine çok, güzel kalem almazdı ki... Eeeee, ama muhakkak okula götürüp kalemlerini göstermeliydi. Bunun bir yolunu bulmalıydı. Bir kafasma takmıştı ki bu işi bir türlü aklından söküp atamıyordu. Bir gün çantasına doldurdu kalemleri okula götürdü, göstermek için yandı tutuştu, deliye döndü ama kimseciklere gösteremedi. Belki bir hafta göstermenin ateşi içinde kıvrandı durdu, olmadı. Belki bu yıl da unutacaktı ama komşuları Erol’u gördü. Erol Abi kırtasiyecide, Osmanbey’de kocaman bir mağazada çalışıyordu. Ondan defter almıştı. Onun çalıştığı yerde o kadar çok kalem vardı ki... Aaaaah bu Erol bir akrabası, örnekçe dayısının oğlu olsaydı... Ne güzel, aah ne güzel olurdu. Bir, bir güzel olurdu ki. Derdi ki, "dayımın oğlu Erol armağan etti bunları bana..." O gece, gece yarışma kadar bu Erol üstünde düşündü.
Sabah okula gittiğinde okul çantası, cepleri ağzına kadar renk renk kalemlerle doluydu... Önce kalemleri sıra arkadaşı Sabahat’in önüne serdi. Sabahatlerin Kapalıçarşı’da bir kuyumcu dükkanları vardı ki, ağzına kadar altın bilezikle dolu... Ama Sabahat’in bu kadar çok kalemi yoktu ki...
"Aaaaa!.. bu kadar kalemi nereden buldun kız?"
Neriman hiç umursamaz:
"Erol Abi getirir bana" dedi, "Her akşam getirir... Onun Beyazıt’ta bir kocaman mağazası var ki, ağzına kadar kalemle dolu. Erol Abi benim neyim olur biliyor musun, dayımın oğlu. Daha hiç evlenmedi."
Sabahat öteki çocuklara koştu hemen:
"Neriman’ın birçok kalemi var, vah, nah bu kadar, bin tane.. Yalansam iki gözüm kör olsun."
Çocuklar Neriman'ın başına üşüştüler... Gerçekten amma da çok kalemi vardı ha!
Sabahat:
"Onun dayısının oğlu var," diyordu. "Daha hiç evlenmemiş... Beyazıt’ta bir kocaman dükkanı var ki... İçi hep kalemle dolu... Biz oraya her gün gideceğiz. Erol Abi de bize kalem verecek."
Neriman Sabahat’ten çok memnun oldu.
"Aaaaaa..." dedi, "bilmiyor musun?.."
Kalemlerden beş altı tane kalem seçti:
"Erol Abi bunları sana göndermişti... Sabahat’e ver, diye... Ben senden ona çok çok konuştum... Benim en iyi arkadaşımdır, dedim."
Sabahat güldü:
"Biliyordum," dedi, 'Teşekkür ederim..."
Zil çaldı, Neriman herkesin hayranlığı üstünde, kalemleri, çantaya doldurdu. Derse girdiler... Artık herkesten üstündü. Sevinçten dolup dolup taşıyordu.
Bundan sonra her gün çantası dolu dolu kalemlerle geldi... Herkese kalem dağıtıyordu. O herkesin ablasıydı artık. Çocuklar çarşıdan ne diye kalem alsınlar, Erol Abi ona bol bol getiriyor, o da herkese veriyordu. O kadar çoktu ki kalemi. Bütün okula dağıtsa bitmezdi ki...
Neriman'ın mutluluğu bu pis olay patlayıncaya kadar böylece sürdü gitti.
O kısa boylu, o bakkalın şaşı oğlu Zühtü var ya, o mendebur, o sümüklü burun var ya, işte o bozdu her şeyi. Yalancı, domuz, karnı yemez... Yüzüne baksan kusacağın gelir de kırk gün yemek yiyemezsin... İşte bütün bu işler onun başının altından çıktı.
Öğretmenin karşısına geçmiş:
"Vallahi billahi öğretmenim," diyordu, "Vallahi billahi, Allah canımı alsın ki, anamın ölüsünü öpeyim ki... Neriman kalemimi çalmış... Kalemlerinin arasında gördüm... Belkoymuştum kaleme... Yeşil bir kalem... Üstüne de iki çentik yapmıştım... İşte o kalemi Neriman’da gördüm."
Öğretmen Neriman’ı çağırdı, çantasını açtırdı... Bu kadar kalem çokluğu karşısında şaşakaldı.
Zühtü kalemlerin üstüne atılarak:
"İşte öğretmenim bu,” dedi ve kalemini aldı.
Öğretmen çok sert:
"Bu kadar kalemi nereden buldun?" diye sordu.
Neriman günlerdir hazırdı, dudaklarını bükerek:
”Bu kalemleri bana Erol Abi verir," dedi... "Evde daha o kadar çok ki..."
Öğretmen kızın yüzüne haince baktı:
"Git, evdeki bütün öteki kalemleri de getir."
Zühtü’ye de:
"Ver o kalemi Neriman’a" dedi.
"Amma öğretmenim, ama öğretmenim..."
"Ver o kalemi..."
Elinden aldı kalemi Neriman’a verdi... Neriman kalemleri çantasına doldurup eve doğru, çantası elinde koşmaya başladı.
Öğretmen arkasından:
"Çanta burada kalsın" dedi.
Neriman döndü çantayı masanın üstüne bıraktı, eve koştu. Eve çarçabuk geldi, büyücek bir bez torbaya bütün kalemleri doldurdu, okula koştu.
"İşte öğretmenim hepsi bu kadar..."
Öğretmen:
"Haydi sen şimdi sınıfa git şimdi" dedi.
Okulun başöğretmenine gitti, işi uzun uzun anlattı. Okulun başöğretmeni de okulu sınıf sınıf dolaşarak:
"Kalem kaybedenler, kalem çaldıranlar okul tatilinde benim odanın kapışma gelsinler" diye tembihledi.
Birkaç saat sonra başöğretmenin kapısının önü kaynaşıyordu. Hemen hemen okulun çocuklarının yarıdan çoğu kalem yitirmiş, kalem çaldırmıştı.
"Söyle bakalım, senin çaldırdığın kalemin nasıldı?"
Çocuk kalemini anlatıyor, başöğretmen kalemler içinden kalemi bulup çıkarıyor, çocuğa veriyordu.
Böylece bir sürü çocuğa kalemlerini verdi. Çocuklar yalan söylemiyorlardı ve kalemler çocuklarındı...
"Söyle, nasıl çaldın bu kadar kalemi?"
"Çalmadım."
"Doğruyu söylersen seni affederim kızım."
"Çalmadım."
"Peki Erol Abi milyoner de olsa sana bu kadar kalemi niçin versin? Haydi bir iki, on tane verdi... Ya yüzlerce kalemi?.."
"Erol Abi verdi... Dükkanı kalem dolu..."
Kızı uzun uzun sıkıştıran başöğretmen, onun ağzından doğru söz alamayınca:
"Git hemen ananı, babanı çağır" dedi.
Neriman eve geldi, kendini yatağın üstüne attı, hüngürdemeye başladı. Gözleri kan çanağına dönmüştü. Anası telaşla soruyor, kız ağlamaktan konuşamıyordu. Birazca açılınca işi olduğu gibi anasına anlattı. Akşam babası eve gene elinde bir kucak kalemle geldi. Neriman’a verdi. Neriman var gücüyle kalemleri sokağa fırlattı. Anaysa ağlayarak işi babaya anlattı.
Neriman diyordu ki, anasına babasına ölürcesine yalvarıyordu ki:
"Kurbanlar olayım size, çöpten çıktığını söylemeyin kalemlerin... Erol Abi verdi, deyin..."
"inanmazlar..."
"İnanmasınlar.”
"Çöpten kalem çıkarmak hırsızlıktan daha mı iyi?”
"Daha iyi, daha iyi..."
Ana, baba, kız arasındaki cebelleşme gece yarıya kadar sürdü.
Neriman diyordu ki:
"Eğer kalemlerin çöplerden toplandığını söylerseniz ben kendimi öldürürüm..."
Rüstem Çavuş çocukları iyi bilirdi. Kız kendini öldürürdü.
"Haklısın kızım" dedi. "Diyeceğim ki okulda ona, bu kalemleri dayısı oğlu Erol verdi."
Sabahleyin okula kızıyla birlikte giden Rüstem Çavuş, öğretmene, başöğretmene Erol’dan söz açtı, onun ne kadar iyi, cömert bir akraba olduğunu uzun uzun saydı döktü. Başöğretmen, Erol’un Beyazıt’taki dükkanının adresini istedi. Baba kız apışıp kaldılar. Rüstem Çavuş en sonunda bir adres uydurup başöğretmene yazdırdı. Baba kız okuldan böylece ayrıldılar.
Araştırma bitmiş, Neriman'ın kalem hırsızlığı yüzde yüzleşmiş, Neriman okuldan kovulmuştu.
Ben bu olayı epey geç duydum. Rüstem Çavuş’un evine hemen koştum, evde kimse yoktu. Bir hafta gittim geldim, ev kapı duvardı... Altı ay, ben Basınköy’e göçünceye kadar ev hala duvardı... Bomboş, ölü, yaslı bir evdi... Güzelim bahçeyi mahalle çocukları çiğnemişler, pencerelerdeki kırmızı, mavi, pembe sardunyaları yolmuşlardı...
Ben çöplükleri iyi bilirim. Rüstem Çavuş’tan dolayı. Çöplükler, şehirlerin tıpıtıpına aynasıdır... Bir şehir pisse, aşağılıksa, kalleşse, merhametsizse, o şehrin çöplükleri bin misli daha pis kokar. Leş gibi... İstanbul şehrinin çöplüklerine martılar konar, çöplüğün üstü apak olur. Ve bu murdar çöplük martıdan gözükmez olur. Haa, bir de renk renk kalemler çıkar İstanbul çöplüklerinden... Altın yüzük çıktığı da olur.

8 Şubat 2016 Pazartesi

"MASA / ERDAL ÖZ"


"MONTE KRİSTO / NAZLI ERAY"


"YATAK / YAŞAR KEMAL"

Şimdiki gibi aklımda.

Ben, o yıl orta okulun üçüncü sınıfında, bizim Durmuş Ali de ikincideydi. İkimizin de parası yoktu. Köyde, onun bu dul anası, benim bir dul anam vardı. Onlar da kendilerine zar zor geçindirebiliyorlardı.

Durmuş Ali'nin umudu, parasız yatılıdaydı. İmtihana girmiş, yüzde yüz kazanacağından emindi. Bana gelince ben, bir umutsuzluk içinde yuvarlanıyordum. Nereye gitsem, ne yapsam? İki yıldır geceleri çalıştığım fabrika, bu yıl beni almıyordu. Talebeleri fabrikada çalıştırmak yasakmış! Neden yasakmış, bir türlü anlayamıyordum. Bu yıla kadar ne güzel, çalışıp okumuştum.

Beş parasız... Başımı sokacak bir ağaç kovuğu bile yok! Kocaman şehrin ortasında yalnız, yapayalnızım. Sarılacak bir dalım da yok! İçerime de dayanılmaz bir keder, bir hınç.

Durmuş Ali ile bir zaman istasyonun önündeki sıtma ağaçlarının altında geceledik. Sonra olmadı. Bu böyle sürüp gidemezdi. Bekçiler de rahat vermiyorlardı. Sonra da okula gitmek zorundaydım. Biz okula gidince, meydanda kalan yataklarımızı çalmazlar mıydı?

Çok iyi bir arkadaşım vardı, Yusuf, Beni çok severdi. Sıtma ağaçlarının altında gecelediğimizi nasılsa öğrenmiş.

Bir gün utana utana:

"Bizim damın üstünde yatsanız", dedi.

Deli gibi sevindik. Durmuş Ali ile kucaklaşıp öpüştük.

Durmuş Ali bir:

"Allaaaaaaaaaaaaaaş..." çekti. "Yaşadık be abi... Bir günün beyliği de beylik.

Biliyorduk ki, dam üstünde güzün yağmurları başlayıncaya kadar yatabilirdik. Sonra, sonrasına Allah kerim.

Yatakları hemen, istasyondan alıp eve getirdik. Yusufların evi, Pazar yerinin yanında bir tek odaydı. Yatakları dama serdik.

Bekçi korkusu yok bir şey yok. Damın üstünde bir ev sıcaklığı, bir baba ocağı sıcaklığı...

Bunca sıkıntıdan sonra yatacak bir yerimiz vardı, işte. Şu hayat dedikleri de ne güzel şey!

Akşam yemeğimizi yer yemez hemen damın üstüne damlıyor, yataklara girip yorganları boğazımıza kadar çekiyorduk. Geceleri biraz soğuktu ama, gökte kocaman, ışıltılı yıldızlar vardı. Hep yıldızlara bakardık. Bazı geceler de gökyüzünü yıldızlarla döşeli bulurduk. O zaman sevincimize payan yoktu. Ve bizler umutla doluyduk. Sıkıntılardan, acılardan sonra gelecek güzel günlerin, daha olacağına inanıyorduk. Bu umutlar, bu hayaller benimdi. Ben söylerdim. Durmuş Ali, dinler ve onaylardı.

Durur, durur:

"Öyle değil mi Durmuş?" derdim.

"Heyye abi," derdi. "Sabahlar karanlıklardan sonradır".

Bu l'fı da benden öğrenmişti.

Serin dam üstü, ışıklı, iri yıldızların geceleri, sokağın sabahlara kadar süren gürültüsü, bizim umutlarımız, hayallerimiz tam bir ay, kasım başına kadar sürdü.

 

Sonra... Sonra o bel'lı o karanlık, bir kara çul gibi, kapkaranlık Çukurova yağmurları başladı.

Hava biraz bulutlandı mıydı, okulda Durmuş Ali bir araya gelir, birbirimize sokulur: ikimiz birden:

"Allah be! Allah be! Etme n'olursun" derdik.

Ya bir de yağmur çiselemeye görsün, o zaman bizim yüreklerimizde kıyamet kopardı. Durmuş Ali hemen, okuldan eve fırlar, yatakları damın saçağının altına indirir, koşa koşa geri gelirdi.

Yağmurlu günlerde, eve, yani saçağın altına gece yarısından sonra, ortalıktan el ayak çekilince gelir, usulcacık yataklarımıza girerdik. Saçak altında yattığımızı elâlemin görmesinden bir utanır, bir utanırdım ki biterdim. Durmuş'u derseniz, o oralı bile olmazdı.

Bazen erken uyanamazdım. Birden uyanırdım ki, arkadaşımın anası, öteki komşular uyanmışlar, avluda dolaşıyorlar. O zaman ben yorganı başıma iyice çeker, yatağın içine büzülür, büzülür, yok olurdum. Yanımda, yönümde ayak sesleri duydukça küçülür, küçücük kalırdım. Ayak sesleri kesilince hemen yataktan fırlar, giyinir, kaçardım, o gün ben giyinirken birinin bana baktığını sanmışsam akşama kadar başım döner, kendime gelemezdim.

İçinde yattığım yatağa dönüp de bir türlü bakamıyordum. Bakmayı içim götürmüyordu. Yatak, saçağın dışından fırlayan çamurlara belenmişti.

Gene geç uyandığım bir sabah, giyinip kaçarken, arkadaşımın annesiyle göz göze geldik. Aksaçlı bir başta, kocaman açılmış acıyan gözler... Yıllar geçti, o gözlerin ağırlığı daha üstümde... Bin yıl yaşasam da, o gözler öyle, öylecene bakıp duracak.

Sabahleyin okulda Durmuş Ali'ye:

"Ben o eve bir daha gitmeyeceğim" dedim.

Şaştı:

"Neden be abi?" dedi. "Nerede kalacaksın?"

"Gidemem".

"Yapma be, abi! Nerede yatacaksın? Neden yani?"

Durmuş ne etti eyledi de beni o gün eve götüremedi. O gün, daha başka günler gidip istasyondaki kanepelerin üstünde geceledim.

Bir ara yağmurlar durur gibi etti.

Durmuş Ali bir gün:

"Abi" dedi, "Yatakları dama çıkardım, gel artık!"

gittim.

Birkaç gün sonra, bir ikindi üstü bir yağmur boşandı, gök delinmiş gibi... Durmuş fırladı ama, yetişememiş, yataklar çıpıldak su.

Bir otel bilirdim, eskiden birkaç gün yatmıştım. Otel deyince... Gariplerin yatağı. Güzel Yurt Oteli... Oteller o zamanlar çok ucuzdu... Bir yatak elli kuruş... Gel gör ki elli kuruş!...

K'tip, yatağımız olduğu için, koridorda, geceliği on kuruşa yatmamıza razı oldu.

Daracık koridora iki oda kapısı açılıyor. Yatakları kapının önüne serdik. Biz de yatakların dışına çömeldik. Hiç konuşmuyoruz. Belimizi duvara vermiş, duruyor, birbirimize de hiç bakmıyoruz.

Gece yarısını buldu. Yataklar önümüze serili duruyor. Uykumuz geliyor, gözlerimizden uyku akıyor ama, yataklara girilmez ki... Gözümüz yataklarda, içimizde hasret, rahat bir yatak, bir uyku hasreti...

Yarı sersem, yarı uykulu...

Aşağıdan bir ayak sesi geldi. Gece yarısı bir hayli aşmış. Gözümü açtım, merdivenden iki genç kadın göründü. Yataklara basmamağa çalışarak kapıyı açtılar. Kadınların ince, uzun boylusu içerden geri çıktı. Bizlere hayretle bakıp içeri girdi. Sonra geri çıktı. Hap bakıyordu. Girdi. En sonunda gelip durdu: konuşmadı. Sonra birden bana:

"Bir kibritiniz var mı?" dedi.

Çıkarıp verdim. Gözleri hayretle açılmıştı. Sigarasını yaktıktan sonra bir sigara da bana uzattı, almadım. Israrda etmedi.

"Bu yataklar sizin mi?" dedi.

"Bizim".

"Vakit çok geç yatsanıza!..."

Ampulün sönük ışığında, bereket, yatakların ıslaklığı belli olmuyordu.

Ben:

"Hiiiiç... Uykumuz gelmiyor da..."

Durmuş Ali'ye döndü. O uyuyordu.

Dürttüm. Durmuş uyandı. Dürttüğümü kadın da gördü.

"Yatsanız iyi edersiniz".

Durmuş Ali:

""Is..." dedi.

Sertçe ağzını kapattım. Kadın huylandı.

"Bir şey mi söyleyecekti çocuk?"

"Patavatsızın biridir de..."

Kızgın söylemiş olacağım ki, kadın odasına gitti. Arkasından baktım. Gözlerimde, incecik bir bel hayali kaldı.

Durmuş Ali'ye usuldan:

"Kadın güzeldi", dedim. "Amma da iyi ha!"

İçerden kadının kahkahası geldi. Ben buna içerledim.

"Güzel ama, bunlar pis karılar" dedim. "Pis olmasalar ne işleri var otelde!..."

Sonra hiç konuşmadık. Yüreğimizde derdimiz, yatağımız da ıslak olmasaydı, Durmuş Ali ile bu kadın üstüne kim bilir ne laflar eder, ne hayaller kurardık.

Uyumuşuz.

Gecenin saat üçü mü dördü mü, ne, kapının gıcırtısıyla gözlerimi açıyorum. Bakıyorum ki, kadın gecelik gömleğiyle, merdivenden iniyor. Az sonra da gelip, gene karşıma dikiliyor... Her yanı açık saçık, göğsü dışarıda. Çırılçıplak denecek kadar çıplak. Gözlerinde bir kızgınlık ve uykusunun mahmurluğu var. Gene öyle açılmış gözlerle bakıyorum. Bir ara hırsla gözlerimi kapadım ve bir zaman açmadım. Sonra açtım ki, kadın daha öylecene duruyor.

İçimden, "Ne durmuş bakıyor öyle? Pis, bu pis domuzlar, hep böyle bakarlar işte. Kendisine ne oluyor uyumuyorsak! Ne karışıyor? Salla bir yumruk çenesine" geçti.

Kadın:

"Kibritinizi verir misiniz?" dedi.

Çıkarıp verdim.

Gidip içerden sigarasını alıp yatkı. Bir tane de bana uzattı. Bir de canım sigara istiyordu ki:

"Ben sizin sigaranızı istemem" dedim.

Kadının yüzünde hoş, fakat beni çıldırtan bir gülümseme dolaştı:

"Neden küçük bey?"

"Ben küçük bey değilim. İçmem işte. Size ne yani? İçmem işte."

"Ha," dedi. "Sahiden siz niçin yatmazsınız? Yataklarınız da serilmiş işte..."

kekeledim:

"Biz mi? ne?"

"Bakın çocuk uyumuş, Neden yatmıyorsunuz?"

"Uyumuyoruz. Uyumayacağız işte. Canımız uyumak istemiyor!"

"Neden?"

Varır yatağa bakar, yaş olduğunu anlar diye de deli oluyordum.

Deli gibi bağırdım:

"Yatmıyoruz işte. Yatmayacağız".

Kadın:

"A...a...a..." dedi. "Ne bağırıyorsun öyle? Ben bu çocuğa acıdım, oracıkta uyumuş da... yazık... üşür..."

"Kalk ulan! dedim. "Kalk" Sersem gibi burada uyuyacağına".

Çocuk neye uğradığını bilemedi, gözlerini tekrar yumdu. Başı önüne düştü. Gene dürttüm.

Başımı kaldırıp da kadının yüzüne bakamıyordum ya, gözlerinin üstümde olduğunu, öldürürcesine üstümde, bana baktığına emindim.

"Kalk ulan, kalk da yatağına gir, orada uyu!"

Oğlan uykulu uykulu burnunu kaşıyıp beceriksizce soyunmaya başladı.

"Sahiden de" dedi, "Ben neden burada uyumuşum?"

Elinden tutup yatağına soktum,

Durmuş, duyulur duyulmaz bir sesle:

"Abi be, ne de soğuk!"

"Yat ulan" dedim, "Şimdi ısınırsın".

Kadın başımdan gitsin diye, ben de hızlı hızlı soyunup yatağa girip yorganı başıma çektim.

Alaylı bir sesle:

Âllah rahatlık versin".

Kapı kapındı. Arkadan da bir kahkaha geldi. Var gücümle dişlerimi sıktım.

Yatak su gibiydi. Tenimden buz gibi bir ürperti geçti. İçim bir üşüdü ki... Yorganı başıma, bacaklarımı karnıma çekip, bir topak oldum.

Durmuş Ali yorganımı çekti.

"Abi be," dedi, "Abi be!" Donuyorum abi be! Vıcık vıcık!"

Ben büzülmüştüm. Hırsımdan dişim dişimi yiyor.

"Abi be, sana diyorum abi be! Donuyorum be!"

Yorganı üstünden hışımla attım.

"Ne var ulan? abi be, abi be! Yat geber işte!"

Tekrar yorganı üstüme çektim. İçimde soğuk bir ürperti. Sanki bir yığın yılanı getirip çıplak tenime sarmışlar.

"Abi be... Vallahi üşüyorum. Üşümekten ölüyorum... Vıcık vıcık... Su... Abi be! Sana diyorum be!"

Ben, birden yataktan fırladım. Giyindim. Ali de öyle yaptı. Gene gittik köşeye oturduk. Sudan çıkmış gibi ıslanmıştık.

Ama yüreğimde korku, ya kadın şimdi çıkıverir de, bizi gene böyle görürse!

Durmuş Ali'ni dişleri birbirine çarpıyordu. Ben de titriyordum.

Ya kadın şimdi çıkarsa?

Ali'nin elinden yakaladığım gibi:

"Yürü parka kadar koşalım, ısınırız".

Parka kadar koştuk. Asfalt cadde ıpıssızdı. Oradan istasyona koştuk. Yüreğimiz küt küt atıyordu. Isınmıştık ama, sıtma ağacının altında biraz bekleyince yeniden üşümeye başladık.

İstasyon meydanının ortasında birkaç salepçi duruyor, bir insan kalabalığı da salep içiyordu.

Sıcak salep bardaklarının buğulandığını görür gibi oldum. Elim cebime gitti ama... nafile...

Durmuş da salep bardaklarına gözlerini dikmişti.

Kendimde olmadan içimi çekmişim. Durmuş da içini çekti.

Daha gün doğmamıştı ya, usul usul şafağın yerleri ışıyordu. İki büklü olmuş, tir - tir titriyorduk.

Durmuş Ali, bir ara bana döndü. Birden aklıma gelmiş gibi:

"Abi be" dedi. "Sahiden, o ıslak yataklara biz ne diye girdik?"