“Nasılsın, adın ne senin? diye
sordum.
“Bir Yaz Gecesi Rüyası” dedi,
alçakgönüllü bir sesle.
Şaşırmıştım.
“William Shakespeare’in ünlü
oyununun öyküsü mü yoksa? Ne rastlantı! dedim.
“Hayır,"
dedi o. “Başka ‘Bir Yaz Gecesi Rüyası bu. İstanbul’un ünlü iş adamlarından
Sadullah Büyükgöz’ün geçen gece Boğaz’daki yalısında gördüğü bir rüya... ”
“Çok ilginç,” dedim, “Demek
öyle... Yalısında gördüğü bir rüya...
“Evet, sabaha karşı görmüş...”
“Kişiler filân var mı içinde?
“Çok kalabalık, ” dedi
o. “Bir garden parti. İki yüz konuk var... Kuzu çevrilmiş, bir yanda soğuk
büfe... Orkestra, dans... Üstelik siz de varsanız rüyam içinde arkadaşınızla
birlikte gelmişsiniz. ”
İşte bunu duyunca şaşırmıştım.
“İyi ama, "dedim,
“Ben Sayın Sadullah Büyükgöz’ü tanımam ki! İnanım adını da duymadım. Yani,
Ankara insanıyız biz.. O yüzden. Yalısının yerini bile bilmem.”
“Yalı Yeniköy’de”, dedi o, “lebi
derya denize karşı...”
Merakım giderek artıyordu.
“Neymiş bu ‘Yaz Gecesi
Rüyası’, sabırsızlanıyorum. Hadi başlayın anlatmaya...? dedim.
“Tamam”, dedim, “Size içecek
serin bir şey getireyim ilkin.”
Kalktım, mutfağa gittim.
Frijiderden bir şişe kola çıkardım, bardakları hazırladım, salona getirirken
ayağım eşiğe takıldı. Tepsi bir yana fırladı, bardaklar öte yana.
Hızla bana doğru gelen duvarı
görebildim en son.
Gözlerimi açtığımda, başıma bir
kalabalık toplanmıştı. Endişe ile üstüme eğilen yüzlere hayretle baktım.
Değişik parfüm kokuları, son model tuvaletler çarptı gözüme...
Smokinli, kır saçlı bir beyefendi
bana doğru yaklaşmıştı.
“Nasılsınız hanımefendi? Sıcak
dokundu size... Buyurun şu kolanyalı mendili koklayın, iyi gelir, ” diyordu.
“Doktor da geldi işte!” dedi
smokini, kır saçlı bey ve yana çekildi.
Bir de baktım sen gelmişsin.
Üstünde çok şık bir frak vardı. Yakanda beyaz bir karanfil... Nabzımı tuttun,
saydın.
“Yavaşça kalkabilirsin. Ani bir
tansiyon düşüklüğü... Pek önemli değil, ” dedin.
Doğrulmuştum. Elimdeki yelpazeyi
yavaşça sallıyordum.
Belli ki çok seçkin bir
kalabalığın içindeydik. Çevredeki kadınların giysileri birbirinden güzeldi.
Takıları göz kamaştırıyordu.
Sarışın, boynunda o zamana değin
gördüğüm en güzel gerdanlıklardan birini taşıyan, incecik; yaşı bile olmayan
bir kadın yaklaşmıştı yanıma.
“Çok geçmiş olsun hanımefendi.
Yalımıza ilk gelişiniz. İnanın çok üzüldüm, ” diyordu.
Sen kulağımın dibinde, belli
belirsiz fısıldadın:
“Ev sahibesi, Bayan Lusette
Büyükgöz... İsviçreli...”
Kadının elini tuttum. Dostlukla
sıktım.
"Ne olur üzülmeyin, geçti,
bakın, iyileştim artık!” dedim.
Orkestra valsler çalmaya
başlamıştı.
Senin koluna girdim, denizin
kenarındaki büyük yüzme havuzunun çevresinde dolaşmaya başladık. Az ileride
soğuk büfe açılmıştı. Garsonlar ellerinde içki tepsileri, çevrede fır
dönüyorlardı. Zaman geceye yakın olmalıydı... Özel olarak bir dondurmacı da
getirilmişti. Oyunlar yaparak konuklara dondurma sunuyordu.
"Şu Maraş dondurmacısını
sanki bir yerden gözüm ısırıyor,” dedim sana.
"İyi bak, ” dedin gülerek.
İyice baktım. Hintli Dilip'ten
başkası değildi bu!
Uzun çubuğu ile akıl almaz
ustalıkla dondurmayı havada çevirip, bin bir oyun yapıyordu.
Baktığımı görünce göz kırptı.
Benim üstünde de çok şık bir
tuvalet vardı. Şarap renkli güpur danteldendi. Bir omuzu açıktı. Tek kolu
uzundu. Bu uzun kolun üstünde paha biçilmez takılar, Rus yapımı pırlanta
değişik; altın, platin montürlü yüzükler gördüm.
Havuzun kabinlerin oradaki bir
boy aynasının önünden geçiyorduk. Şöyle bir göz attım; saçlarım tepeye
toplamıştı, inciler ve pırlantalarla işlenmişti sanki tüm başım. Boynumda,
altın ve gümüşten birbirine dolanmış iki yılanı gösteren bir gerdanlık vardı.
Yılanlardan aşağı bakanın gözleri yakuttan, diğerinki zümrüttendi...
Aynada kendimi görünce,
topluluktaki en havalı kadın olduğumu anlamıştım.
Yaseminlerle örtülü kameriyeden
kulağıma şu konuşmalar geldi:
"Rahmetli Süreyya Hanımın
biricik torunu... Servet aileden geliyor... Yazılar yazıyormuş... Öyle
dedilerdi. Yanındaki de birlikte yaşadığı operatör. Üstündekilerin tümünün sigortalı
olduğu söyleniyor. ”
“Evet, şu zümrüt ve pırlanta karışımı
küpeler müthiş!”
“Başında en az on beş milyonluk
taş var!”
Sustular
“Amerika nasıldı efendim ?” diye
bir soru geldi yanı başımdan.
Döndüm baktım, iki bay bize
yaklaşmışlardı. Göbekli olanı sormuştu soruyu. Saygı ile eldivenli elimi öptü.
“Çok güzeldi, ” dedim.
Bahçe kapısının oradan sesler
duyuldu; hepimiz o yana döndük. Baktım; Hidayet Münir Sade, safari bir takım
elbise giymişti. Platin saplı bastonunu uşağa verip, dosdoğru bana geldi.
Tüm gözler üstümüzdeydi.
“Ah, nasılsınız, nasılsınız?
dedi.
Benim elimi dudaklarına götürdü,
beni dostça kucakladı.
Kameriyeden bir fısıltı duydum.
“Bir milyarder Kim olduğu tam
bilinmiyor... Çoğu zaman yurt dışında. Müthiş para var adamda... ”
Çevreyi izleyerek tebessümler
dağıtarak ilerliyorduk.
Uşaklardan biri yanıma yaklaşarak
kulağıma eğildi.
“Baron buradalar, efendim. Şu
ağacın altındalar...?” dedi.
Döndüm o yana. Mösyö Esterhaze,
Panama keteninden yapılmış ceketini savurarak ayağa fırlamış.
“Ben de sizin gruba katılabilir
miyim?” diye sordu.
“Pek tabiî Sayın Esterhaze. Şeref
verirsiniz...” dedim.
Hep birlikte kalabalığın içinde
dolaşıyorduk.
Ev sahibinin ve karısının gözleri
üstümüzden ayrılmıyordu.
Kameriye yeniden canlanmıştı.
Kulak kabarttım.
“İşte kardeşim, bunlar ulaşılmaz
zenginler... Anlıyor musunuz? Şu baron denilen ihtiyarın parası saymakla
bitmezmiş. Bak, bak meşhur Recep Bey işte şu. Bir bilim adamı... ” Bizi
görünce. Recep Eğilmez oturduğu şezlongtan ayağa kalkmıştı. Saygı ile iki elime
sarıldı.
“Gördüğünüz gibi tezime devam
ediyorum, ” dedi bana, hafifçe göz kırptı. Anlamıştım. Başımı salladım. O,
çevreyi izlemeyi sürdürüyordu.
Sen gittin, bana bir havyarlı
kanepe getirdin. Biraz yedim, geçen bir garsonun tepsisinden
bir bardak şampanya aldım. Usul usul yudumladım.
Tek tek konuşmalar denizden gelen
yel ile kulağıma ulaşıyordu:
“Hiç buralarda gözükmezler... Bu
gece hepsini bir arada görmek büyük şans... Hayret doğrusu... Hafta sonu,
renkli basma iş çıktı desene!”
Birden bire orkestra:
“İyi ki doğdun!” parçasını
çalmaya başlamıştı.
Aydınlatılmış bahçede büyük bir
alkış koptu. İki garsonun tekerlekli bir masanın üstünde taşıdıkları üç katlı,
pembe doğum günü pastasını görünce şaşırdım.
Herkes bana bakıp “İyi ki
doğdunuz!” diyordu.
Eğildim, tüm mumlan bir üfleyişte
söndürdüm.
Bir alkış koptu. Dönüp seni
öptüm.
Hidayet Münir elime kocaman bir
paket tutuşturdu. Bal ıengi kurdelasını merakla açtım.
“Hawai adalarının zümrüt, yakut
ve inciden yapılmış ufak bir maketi! Size lâyık değil ama... Anımsıyor
musunuz?” dedi.
Başımı salladım.
Gözlerim dolmuştu.
Kutudaki maketi görebilmek için
herkes çevreme toplamıştı. Beğeni sesleri, ‘inanılmaz! mırıltıları kulağıma
geliyordu. Birden, maketin içinden yeşil bir papağan havalandı. “İnanılmaz bir
şey bu, ” diye bağırdım.
“Sizin için nedir ki!” dedi Recep
Eğilmez.
Bir dilim pasta uzattı bana.
Frambuazlıydı. Harikaydı...
Baktım, salonda oturuyorum.
Karşımda, Yoldan Geçen Öykü.
“Evet, sonra? Sonra ne oldu?”
diye sordum merakla.
“Sonra, Sadullah Bey uyandı, ”
dedi o.
‘Bir Yaz Gecesi Rüyası'...
Ne düşmüş be! Ne öyküymüş!
Hiç unutmayacağım. Öykü gittikten
sonra uzun süre düşündüm.
Kapı çalındı.
Sen gelmiştin!
Şaşırdım.
“Kaçtım nöbetten. Pazara uğradım.
Sana güzel kiraz, şekerpare aldım. ” dedin.
Gittik mutfağa yıkadık onları.
“Doğum günün bugün senin, yoksa
unuttun mu?” diye sordun.
“Unutur muyum hiç!” diye
bağırdım.
Bana uzattığın armağan paketini
açmaya koyuldum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder