-Gazte, havadiis!
Sabahın dördünde yazı makinemin başına geçtiğim için,
bu ses; bu kara, yağmura, ayaza kafa tutan bu canlı, bu pırıl pırıl ses, beni
yazı makinemin başında bulurdu. Gazete paralarını akşamdan masamın kıyısına
koyduğum için, bekletmez, koşardım sokak kapısına. Gazetelerimi önceden hazırlamış
olurdu. Uzatır, paraları alır, saymaya filân lüzum görmeden cebine atar, donmuş
burnu, buhar kazanı gibi tüterek
uzaklaşırken, canlı, yaşam dolu sesiyle sokağı gene neşelendirirdi:
-Gazete, havadiiiis!
Sabahın erken saatinde kalkıp koşuyormuş gazete bayiine. Bayi ana baba
günü. Kendi gibi o kadar çok okullu
çocuk varmış ki bayi gazetelerini nazla veriyormuş. Daha kötüsü de gazeteleri
alırken bayie kaparo vermek!
Karne zamanı birkaç gün gelmedi. Meraklanmıştım.
Sınavlar sırasında olduğu için belki de sınava hazırlanıyor demiştim. İyi
düşünmüşüm. Geldi pırıl pırıl sesiyle öksürüyordu:
-Kusura bakma abicim. Dersleri
hazırlıyordum. Gece yarılarına kadar çalışıp sabahleyin de erkenden uyanmak
fena yordu. İki gün aksattım. Dilber Hanım teyze öksürük için bir ilâç yazdırdı
ama nerdee?
-Niçin?
-Beş yüz otuz kuruş da ağabeyciğim!
Aklıma bir şey geldi
- Ben sana bu parayı
versem?
İçlere çökük gözleri, fırlak elmacık kemikleri, solgun
derisinin donukluğuyla yüzüme öyle bir baktı ki:
-Niçin?
- Öksürük ilâcını al diye...
-Anladım ama siz benim neyimsiniz? Karşılığında benden
ne isteyeceksiniz?
Kötüye yormuş olmasından korkmuştum.
O:
-Babamın arkadaşı da bana para vermişti. Bayiye yatırdıydım. Sonra kazanıp
götürdüm almadı. Sende kalsın, dedi, yanağımı makasladı da paralarını suratına
fırlatıp...
-Ben o maksatla vermek istemiyorum ki...
-Belli olmaz. Babamın arkadaşı da
sonradan o maksatla değil yavrum dedi. Ben senin baba dostunum. Bir daha
evinin önünden geçmedim.
Eski bayi de. Ne kötü insanlar var şu dünyada...
Haminnem, aman yavrum kendinize mukayyet olun diyor. Pöh... Onun demesine ne lüzum var?
Çocuk muyum ben?
Ona, gerekli beş yüz otuz kuruşu bir şartla vereceğimi
söyledim:
-Şartım şu: Bana bunu, verdiğin
gazetelerle ağır ağır ödersin. Oldu mu?
Az önce öfkeden değişen hırçın yüzü yumuşamış,
durulmuş, çocuksu hâlini almıştı:
-Şimdi oldu...dedi, "Demek siz..
- Ben ne babanızın arkadaşı ne de bayiyim. Benimki yardım. Bakıyorum
okuma hırsı var içinde. Okuyup adam olma hırsı. Hoşuma gitti. Mesele bu...
Gözlerini yüzüme çevirdi:
Parayı verdim. Aldı. Yıldırım gibi uzaklaştı. Sokağın alt başından sesi
geldi:
-Gazte, havadiis!
Günler geçiyor, her sabah saat gibi geliyor, gazetelerimi verdikten sonra
ekliyordu:
-Üç lira kaldı borcum abi!
Sonraları borcu iki liraya indi, bir liraya, daha sonra da elli kuruşa. En
son gün gelir iki gazetemi verirse borcunu ödemiş oluyordu ki gelmedi. Şaştım.
Neden gelmemişti? Elli kuruşumun üstüne yatabileceği
aklımın kıyısından bile geçmiyordu. Sakın herhangi bir trafik kazasında...
Sanki gerçekten olmuş gibi içim parçalanıyor, hızla gelen bir taksi ya da bir
hususînin altında kalmışçasına kanlı bir insan yavrusunun her yanı kırılmış
cesedi kafamda canlanıyordu.
Günler günleri, günler haftaları, haftalar da ayları kovaladı. Unutmuştum.
Bir başka çocuk getiriyordu gazetemi. Bu ondan da
cılız, ondan da üfürsen uçacak gibiydi. Onunda bir başka hikâyesi vardı çocuk omuzlarında taşıdığı.
Karların savrulduğu bir kış sabahıydı.
Yazı makinemin başına geçmiştim.
Şimdiye kadar hiç işitmediğim cılız bir çocuk sesi:
-Gazte, havadiis!
O muydu? Fakat hayır olamazdı. Pek cılızdı. Penceremin
önünde durmuş ısrarla vızıldayıp duruyordu:
-Gazte, havadiiis!
Aşağı indim. Her günkü satıcıdan almıştım oysa gazetemi. Kapıyı açtım:
Kısa pantolonlu, minnacık bir çocuk. Savrulan karların altında ıslanmış
gazeteleriyle titreyip duruyordu.
-Abim kusura bakmasın, dedi amca!
-Ne bu?
-Elli kuruş borcu kalmış size de...
-Kendisini nerede
-Ağlamadı hıçkırmadı. Taş gibi:
-Öldü dedi, dün Edirnekapı’ya gömdük…
Elli kuruşu uzattı, sonra çekip giderken:
-Gazte, havadiiis!"
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder