Ortaokulda karne
notlarım genellikle kırık gelirdi. Hiçbir zaman parlak bir öğrenci olamadım.
Ama hiç sınıfta da kalmadım.
Her ders yılı
sonunda, iki - üç dersten bütünlemeye kalırdım. Yaz sonunda bütünleme
sınavlarına girer, kaldığım derslerden -hem de- oldukça yüksek notlar alırdım.
Yeni ders yılı başlayınca o derslerde sınıfın en kötüsü yine ben olurdum. Bunun
nedeni çok açıktı: Çünkü o derslerin öğretmenlerini hiç sevememiştim. Hiç.
Onlar da beni sevemediler. Hiç sevmediler. Sevmeye de çalışmadılar. Fizik
öğretmenimiz, o geniş kalçalı, iri bacaklarını üst üste getiremeyen, getirmeye
çalışıp bacak bacak üstüne atmaya kalkınca da koyu kırmızı külotuna kadar her
yeri görünen Gülşen öğretmen. Evde kalmış olmanın tatsızlığı yüz çizgilerine
oturmuş, bezgin yüzlü, sırık bacaklı, tahta göğüslü, ince tel gözlüklü kimyacı
Sevinç öğretmen. Her an kızacak bir şey bulmaya çalışan, ne yapıp edip bulan,
suratsız matematikçi Havuç İbrahim. Onların derslerine çalışmak gelmezdi
içimden, çalışamazdım. Onlar da haklı olarak kırık not verirlerdi. Yıl sonunda
bütünlemeye kalırdım. Güz gelince bütünleme sınavlarına girerdim. Hep değişik
öğretmenler gelirdi sınava. Ne hoş insanlardı. Bizim öğretmen de olurdu
aralarında. Suratını asar, hiç konuşmazdı. Soruları öbür öğretmenler sorar,
onlar not atarlardı. Aldığım iyi not karşısında anlamsız bir şaşkınlık esintisi
geçerdi bizim öğretmenin yüzünden. Daha önce hiç karşılaşmadığım bu yabancı
öğretmenler karşısında -sınav tedirginliğini üzerimden atamamış olsam da-
yüreğimdeki karanlık, yeni bir aydınlıkla yer değiştirirdi. Nasıl mutlu
olurdum.
Cumartesi
günleri yarım gün ders yapardık. Üçüncü dersten çıkınca okul bahçesinde,
Atatürk büstünün önündeki alanda toplanır, önce müdür beyin hiç dinlemediğimiz
öğütlerini dinler gibi yapar, ardından bir yükseltinin üzerine çıkan müzik
öğretmenimizin el kol hareketleriyle yönettiği 'Korkma Sönmez'i söylerdik bir
ağızdan; sonra evlerimize dağılırdık.
Resimci Behçet
Hoca, sevdiğim öğretmenlerimdendi. Ortaokulda dört - beş öğrenciyi gözüne
kestirmişti; biri de bendim. Bizlerden altı kişilik bir topluluk oluşturmuştu.
Genellikle cumartesi günleri, yemekten sonra biz altı kişi Behçet Hoca’nın
belirlediği bir yerde buluşur, onun önderliğinde topluca bir yere gider,
yağlıboya takımlarımızı çıkarır, önceden hazırladığımız tuvalimizi üç ayaklı
sehpamıza yerleştirir, öğretmenimizin seçtiği bir yerin resmini yapardık.
Behçet Bey'in çenesi oldukça öne çıkıktı. Ona güvenilir bir görüntü verirdi bu.
Alt dudağı da çenesiyle birlikte önde dururdu. Her zaman bu dudağın üstüne bir
sigara yapıştırır, bol bol dumanlar çıkararak, elleri arkasında, aramızda
dolaşır, yağlıboya resmin inceliklerini bir bir öğretirdi bize. Resimle ilgili
ne öğrendimse ondan öğrenmişimdir.
Sanırım altı
kişilik topluluğun en iyisi bendim. Yıl sonunda, yalnızca benim resimlerimden
oluşan bir de sergi açtırmıştı bana Behçet Hoca. Tabloları kendi eliyle
çerçevelemişti. O sergide birkaç tablomu Şehir Kulübü satın almıştı. Elime
biraz para da geçmişti. Babam o paranın üzerine para ekleyerek, ince tekerlekli
bir bisiklet almıştı bana. Resimlerimi yıllarca Şehir Kulübü'nün duvarlarından
kaldırmamışlar.
Behçet Hoca, bir
gün limana indirmişti bizi. Limanın uzaktan görünüşünü resimleyecektik. Kentin
en güzel yerlerinden biriydi burası. Parkın içinden geçip dalgakıranın en ucuna
inmiştik. Kentin kalesi, limanıyla birlikte en güzel oradan görünürdü.
Tuvallerimizi üç ayaklı sehpamızın üzerine yerleştirmiş, resmini yapacağımız
görüntüyü önce kurşunkalemle kabaca çizmiştik. Limandan ayrılan motorlar,
yanımızdan geçip denize açılıyor, açıklardan limana giren tekneler, demirlemiş
teknelerin arasına bir yer bulup sokuluyor, önümüzdeki sularda, kayaların
arasında kocaman kefaller salına salına dolaşıyorlardı. Ama asıl hoş olan
boyamaktı. Paletime sıktığım boyayı susamyağıyla inceltiyor, renkleri
karıştırarak aradığım rengi buluyor, fırçamı tuvale yavaşça sürüyordum. Yüksek
surların tepesinden görünen evler, ağaçlar, daha üstte birkaç beyaz bulutçuk,
aşağı inen kale duvarının dibindeki ulu çınar ağacı, yanındaki rıhtım ve önde
sıralanmış büyük mavnalar. Daha önde de, bize kadar gelen durgun mavi deniz.
Behçet Bey dolaşıyor, sigarasının dumanını üfleyerek kusurlu gördüğü yeri
gösteriyor, bizleri uyarıyor, önerilerde bulunuyordu. Ara sıra kalkıp
birbirimizin resmine bakıyorduk. Her zaman olduğu gibi o gün de çalışmamız
yarıda kaldı. Sokulan akşamla birlikte karşımızdaki görüntünün de renkleri
değişiyordu. Kalktık, toparlandık, evlerimize yollandık.
Ders yılının son
aylarıydı. İkinci dönem karne notlarım babamı ürkütmüştü. Bu yüzden, ders yılı
sonuna kadar resim yapmamı da, ders kitapları dışında kitap okumamı da
yasaklamıştı. Hiç yakıştıramamıştım ona.
Ama annem, -babamdan gizli olarak- ağabeyine, Nurettin dayıma, Thalens marka yağlıboyalar ısmarlamıştı. Babamdan gizli de olsa resim yapmayı sürdürüyordum.
Ama annem, -babamdan gizli olarak- ağabeyine, Nurettin dayıma, Thalens marka yağlıboyalar ısmarlamıştı. Babamdan gizli de olsa resim yapmayı sürdürüyordum.
Alt kattaki
yüklük olarak kullandığımız küçük odayı annem biraz toparlayıp bana ayırdı.
Babamın hiç girmediği bir oda. Orada resimlerimi tamamlıyor, resim sehpamı,
boya kutumu, resimlerimi oradaki dolapta saklıyordum. Babamın evde olmadığı
saatlerde, o odada düzenimi kuruyor, yarım kalan resmin başına çöküyor,
çalışıyordum. Orası benim minik resim atölyemdi.
Annem de iyi
resim yaparmış genç kızlığında. Kırşehir'in ilkel koşullarında kurşunkalemle
çalıştığı portrelerden birkaçını, dedemlerin evinde, duvarlarda görmüştüm. Biri
Cem Sultan'ın, biri Osman dedemin, biri de Kubilay'ın portresiydi.
O gün yine
erkenden eve dönmüş, küçük atölyeme girmiş, takımlarımı çıkarıp tezgahımı
kurmuş, küçük tabureme oturmuş, üzerine gerekli boyaları üzerine sıktığım
paletimi sol elime almış, küçük fırça darbeleriyle, liman resminin eksik kalan
renklerini bulmaya çalışıyordum. Birden kapı açıldı. Babamdı. Islığımı duymuş
olmalıydı. Kaçak ressam, yakalanmıştı sonunda. Anneme de bana da kim bilir
neler söyleyecekti. Tepeden tırnağa bembeyaz oldum sanıyorum. O anda kendimi
bir hırsız gibi hissettim. Fırça
elimdeydi. Hiç düşünmeden, elimdeki fırçayı, kalenin üstündeki konağın damına
sürmeye başladım. O rengin dam rengi olmadığını nedense çok sonra anlayacaktım. Babamın içeri girip kapıyı kapattığını duydum. Yumuşak
adımlarla geldi, arkamda durdu. Sessizliğini koruyordu; belli ki öfkesini de.
O sessizlik korkunçtu. Konuşsa, bir şeyler
söylese, bağırsa rahatlayacaktım. Belki özür dileyecektim ondan. Gerekirse
paleti kaldırıp atacaktım elimden, atardım, gerekirse boyaları bile ayağımın
altına alıp ezer, tuvali de, üç ayaklı resim sehpamı da parçalayabilirdim. Fırçamı gökyüzüne rastgele sürmeye başladım. Boya
azalmıştı ama çizik çizik mor lekeler sürüyordum gökyüzüne.
"Ne yapıyorsun!" dedi babam birden.
Konuşmuştu işte. Bir azarlamaydı bu. Dövmezdi, biliyordum ama azarlaması doğaldı.
"Boka çevirdin gökyüzünü!"
Bunun bir azar olup olmadığını anlamamıştım.
"O morun ne işi var orada!"
Dönüp yüzüne baktım. Hiç kızgın değildi babam. Gözlüğünü de takmıştı. Üstüme eğilmiş, tepemden resme bakıyordu.
Başımın yanından tuvale uzanan sağ kolunu gördüm.
"Resmi yaptığında akşam mıydı?" dedi.
"Değildi babacığım."
"Bütün renkler öğlen sıcağını gösteriyor. O morları kaldır oradan."
Gökyüzüne sürdüğüm morları elimdeki bezle silmeye çalıştım.
Yine de kavrayamamıştım olayı.
"Bak, şuradaki yeşillerle oyna biraz. Koyu yeşiller koy şuralara. Güneş görmeyen yerleri biraz koyulaştır."
Tuvaldeki yeşile biraz siyah eklerken, "Biraz da mavi karıştır" dediğini duyup biraz da mavi karıştırdım.
"Kalksana bir dakika."
Kalktım. Olacak şey değil, babam benim yerime oturdu. Fırçayı eline aldı. Yerde duran palete döndü.
"Biraz siyah boya sıksana," dedi.
Hemen siyah tüpü bulup palete biraz sıktım.
"Yeşil hangisiydi?"
Tuvalin köşesindeki yeşili gösterdim. Siyahla yeşili biraz karıştırdı, sonra yeşilliklerin altlarına küçük küçük sürmeye başladı. Birden fırçayı tutamadı, kocaman bir koyu yeşil sürüldü yeşillerin üstüne.
"Gel. Gel sen yap."
Gülüyordu.
Bir ara kapının kolu döndü, kapı aralandı. Baktım, annemin çekingen yüzüydü. Göz kırptım. Yine de çekinerek girdi içeri; çıplak ayaklarıyla döşeme tahtalarını gıcırdatarak yanımıza sokuldu. Babam da, ben de ayaktaydık.
"Otur," dedi babam. "Önce sil şu benim yaptığım pisliği. Olmadı. Yapamadım. Lisede ben de resim yapmıştım ama..."
Geçtim yerime. Babamın sürdüğü siyahları temizledim önce.
Annem gidip bir iskemle getirdi dışarıdan. Babam gelen iskemleyi yanıma çekip oturdu.
"Gel şu gökyüzünü bitirelim önce," dedi. O gece resmi babamla birlikte tamamladık.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder