Epey oluyor. Baharın bu soğuk günlerinde, şu devam eden kıştan bir buz gibi
gece, hatırıma geliyor. O zamanlar daha Camlı Köşk’ün camları ve hanende
ilânlarının mavi ışığını üşüterek geçen buz gibi bir rüzgâr esiyordu. Benimle
beraber belki ona yakın insan, gördükleri herhangi bir filmin rüyasını ayakta
görüyor ve yataklarının ümit, hayat, güzel günler veyahut uykusuz, muharebeli
geceler, sığınaklar düşündüren ılıklığına bir an evvel kavuşmak için bir türlü
gözükmeyen tramvaya sabırsızlanıyorlardı. Ağzımdan su buharı fışkırıyor.
Birbiriyle konuşanların arasına bir sis tabakası seriliyordu. Yatak şimdi bütün
insanlar için, ekmek kadar azizdir. Yatak bir sevgili, yatak hatıra, yatak
çocukluk, güzel rüya, yatak bir bahar, bir deniz kenarı, bir egzotik memleket;
bu saniyede insana, dostlarım, yatak ne değildir ki…
Burnum yastıkta yorganım ağzım hizasında kirpi gibi büzülmüşüm; dalmak
üzereyim: Bir şeyler, birtakım kuşlar tüylerini döküyor, bir ılık su damlıyor,
içimi yıkayan bir çeşme var…
Tramvay hâlâ yok. Biraz daha yerimde yatağımı, uykuyu düşünsem belki de
uyuyuvereceğim. Donmak üzere olan insanların tatlılığını içimde duymaya
başladım. “Bari gideyim şu açık pastanede bir ıhlamur içeyim de sonra
yatarım,”dedim. Bir iki adım atmamıştım ki önüme bir adam dikildi. Rüzgârdan
yalnız bir karartı gördüm. Sonra yüzüne doğru bir hortumdan çıkar gibi bir
duman yayıldı: Adam konuşuyordu. Tatlı, munis bir Anadolu şivesiyle,
– Ağabey, dedi, buradan bana benzer birtakım adamlar geçti mi?
– Ağabey, dedi, buradan bana benzer birtakım adamlar geçti mi?
Paltomun yakası içinde yarı
yarıya kaybolmuş kafamı çıkardım. Kafamı bir iki defa salladım. Soğuğa
alışmamış, mukavemete hazırlanmış gibiydim. Kulaklarımı keskin bir rüzgâr
ısırdı. Adama baktım: Bana benzer adamlar… Bütün insanlar birbirine aşağı
yukarı benzemez mi? “Bana benzer adamlar” ne demekti?
Evet, adamın hakkı vardı. Ona
benzer adamlar, ötekilerden kolaylıkla ayrılabilirdi. Kış günü bir şehirde
insanlar palto, şapka giyer, ayaklarında fotinler vardır. Belki paltolarının
renkleri, şapkalarının kurdeleleri ve alamerikan, yahut alaturka şapkalarıyla
birbirlerinden ayrılabilirler; icap ederse.
Bu adamın ne paltosu, ne şapkası,
ne de ayakkapları vardı. Buna mukabil sırtında mor pamukları yer yer, parça
parça dökülen bir hırkası, belinde ipi, ayağında yazlık tüy gibi bir pantolonu
ve ayaklarında da yine iplerle bağlanmış çuvalı…
Yüzü tatlı esmer renkli idi.
Sakalı uzamıştı. Yirmi beş, otuz yaşlarında gözüküyordu. Yalnız gözlerinde
büyük, korkak, acele bir şeyler vardı. “Acaba,” dedim, “bir esrarkeş midir?”
O devam etti:
-Benim gibi ağabey, dedi, üstünü başını gösterdi: işte bu biçim adamlar görmedin mi? Bazıları şu yoldan geleceklerdi. Birtakımları da… Taksim sinemasının aşağısındaki yolu göstererek: Şu yokuştan çıkacaklardı.
-Benim gibi ağabey, dedi, üstünü başını gösterdi: işte bu biçim adamlar görmedin mi? Bazıları şu yoldan geleceklerdi. Birtakımları da… Taksim sinemasının aşağısındaki yolu göstererek: Şu yokuştan çıkacaklardı.
İşi kısa kesmek istedim. Meçhul, karanlık, dalgada bir
kafada her türlü hayaller dolaşabilir, neme lâzım…
– Görmedim vallahi, dedim.
– Allah Allah! dedi. İmkân yok. Muhakkak geçmişlerdir. Ben yolda biraz eğlendim. Onları kaybettim. Yoksa gelmemelerine imkân yok.
– Nedir bu adamlar canım? diye sabırsızlık ve merakla sordum.
– Görmedim vallahi, dedim.
– Allah Allah! dedi. İmkân yok. Muhakkak geçmişlerdir. Ben yolda biraz eğlendim. Onları kaybettim. Yoksa gelmemelerine imkân yok.
– Nedir bu adamlar canım? diye sabırsızlık ve merakla sordum.
Kafamın içinde esrarengiz, büyülü, garip hikâyeler canlandı.
Hatta daha ileriye giderek başka ve daha tuhaf şeyler düşündüm. Adamın afyonlu
kafasına girmiş gibi oluyordum.
– Ağabey, biz, dedi, Tophane’deki sabahçı kahvelerinde yatarız. Hepimiz hamal, uşak gibi herifleriz. Ama namusumuzla yaşıyoruz. Ne yapalım? Beş on para kazanırız. Geceleri de kahveciye beş kuruş verir, bir köşede uyuruz. Ne yapalım? Otellere para mı dayanır? En aşağı otuz kuruş. Otuz kuruşla iki gün geçimimiz var…
– Ağabey, biz, dedi, Tophane’deki sabahçı kahvelerinde yatarız. Hepimiz hamal, uşak gibi herifleriz. Ama namusumuzla yaşıyoruz. Ne yapalım? Beş on para kazanırız. Geceleri de kahveciye beş kuruş verir, bir köşede uyuruz. Ne yapalım? Otellere para mı dayanır? En aşağı otuz kuruş. Otuz kuruşla iki gün geçimimiz var…
Ha! Bu akşam polisler geldiler.
Sabahçı kahvelerinde yatmak yasakmış. Hepimizi çıkardılar. Biz de hep birlik
olduk. Gidelim valiye çıkalım; uyandıralım, derdimizi anlatalım, dedik. İşte
birtakımı şu yokuştan, birtakımı da arkadan geldiler. Demek görmedin ağabey?
– Görmedim, dedim. Nerelisin sen? Gözleri çakmak çakmaktı.
– Zonguldaklı bey ağabey.
– Zonguldaklı bey ağabey.
Gece yarısı, bu soğukta valiye
gideceklerine başka bir koğuş bulmak, daha olmazsa polisler gittikten sonra
kahveciye zorla, kapıyı açtırmak mümkündü. “Valiye kadar çıkmayı akıl
edemezler. Bu muhakkak bir esrarkeştir,” dedim.
– Ne ise, ben yukarıya doğru bir hızlanayım, belki geçmişlerdir de sen görmemişsindir… dedi ve hafif hafif serpen karın içine karıştı gitti.
– Ne ise, ben yukarıya doğru bir hızlanayım, belki geçmişlerdir de sen görmemişsindir… dedi ve hafif hafif serpen karın içine karıştı gitti.
Tramvay gelmişti. Atladım. Tam
Yedeksubay Mektebi’ nin Önünde birtakım adamlar gidiyordu. Fakat camlar o kadar
buz tutmuştu ki göremeyince tramvaydan atladım.
Belki seksene yakın insandı.
Aralarında çok gençleri bile vardı. Büyük adımlarla gayet ciddi yüzlerle
yürüyorlardı, önde gidenlerin hâlinde daha büyük bir vaziyet vardı. Daha ciddi
idiler. Tek tük geçenler durup onlara bakıyorlardı. Fakat onlar hiç kimseye
bakmıyorlardı. Yalnız en önde gidenler bağıra bağıra konuşuyorlardı. Vali ile
nasıl konuşacaklarını talim edyorlardı. Kıyafetlerine baktım. Evet, benim, mor
pamuk hırkalı ve keten pantolonlu adamın hakkı vardı; onun gibi birtakım
adamlar gidiyorlardı; Kulaklarımda genç Zonguldaklının, “Canım, benim gibi adamlar
bey ağabey…” dediği zamanki hâli geliyordu.
Yatağım, tramvay beklediğim dakikaladaki o munis hâlini
kaybetmişti artık. Ne şu, ne buydu. Bir yataktı, içinde yatabildiğim için mesut
değildim.
Sabahçı kahvelerini kapamadan evvel birkaç tane gece barınma
evine şiddetle ihtiyacı olan İstanbul şehrinin kışı, bazen ne kadar uzun, ne
kadar uzun ve bitmez tükenmez bir âfettir; bilen bilir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder