Benim masalımda şehzadeler, peri kızları, bir dudağı göğe varan Araplar,
zengin saraylar, uçan halılar, bir kılıç darbesinde ejderhaları öldüren
kahramanlar, korkunç süpürgeli cadılar yok. Masalımı dinleyenleri hayalin en
uzak ufuklarına, sisli mesafelerin ötesine sürüklemeyeceğim. Sadece, şimdi
kahramanına bile olmamış, yaşanmamış gibi gelen savaştan önceki yılların
kayıtsızlığı içinde eriyip kaybolan bir gerçek serüvenden bahsedeceğim.
Benim uzun savaş yıllarında karanlık gecelerde ekmek fırınlarının önünde,
insanlardan, onların büyüklüğünden, iyiliğinden ümidimi kestiğim, yaşamaya olan
sevgimin eksildiğini duyduğum anlarımda, geçip gitmiş uzak günlerin izlerini
taşıyan, çocukluğumun renkli dünyasında yer etmiş büyük balkonlu o geniş
sinemanın hatırası ile avunduğum oluyordu.
Bu sinema çocukluğumun eski bir aşinasıydı. Evimizin üst kat
pencerelerinden damı görülürdü. Özellikle tatil aylarında haftada bir
defa evimizi caddeye bağlayan, etrafı eski zam evleriyle kaplı, tozlu yolu aşıp
sinemamın, resimlerle süslü camlı kapısına varırdım. Her hafta değişen bu resimlerdeki
insanlar benim en yakın dostlarımdı. Binbir tehlikelerle dolu bir odada döğüşen
denizcilerin yanında bulunur, uçurumlardan atımı aşırır, son hızla giden
otomobili ben sürerdim. Sinemaya girince en arkadaki tek koltuğa yerleşir,
kendi hayallerimle, düşüncelerimle baş başa kalmak isterim. Dakikalarca
bekledikten sonra film başlar, bir sürü kavgalardan, silah seslerinden sonra
biterdi.
O yaz ayları nasıl korkunç derecede sıcaktı. İnsanlar ceketleri kollarında,
beyaz mendilleri ellerinde dolaşıyor, sucu dükkânlarına, şerbetçilere
koşuyorlardı. Sinemalı sokak gitgide tenhalaşıyor, gelenler azalıyordu. Ama
ben, öteki mahalle çocukları, semtin sinema delisi birkaç hizmetçi kızı,
şımarık evlatlıklar, birkaç avare, eskisi gibi gidip gelmekteydik. Otuz kısımlı
filmler her zaman ki gibi salonu dolduran yirmi, otuz kişiye gösteriliyordu.
Boş bir sinemada film seyretmek hiç de hoş bir şey değildi. Buca Jones'un
yapıştırdığı yumruklar boş yere harcanıyor. Tarzan arslanları lüzumsuz yere
öldürüyordu. En heyecanlı sahnelere bile ses seda çıkmıyordu. Böylece sinema
gitgide tadını kaybetti. Koskoca bir salonda yalnız başıma film seyretmek
içimde bir korku yaratmaya başladı. Bu da büyük sinemaya birkaç hafta uğramamam
için bir sebep oldu.
Uzunca bir ayrılıktan sonra bir gün sinemaya koştum. Biletimi alıp salona
girerken duraklayıverdim. Bir dondurmacı kapının iç tarafına sandalye atmış,
külahları, bardakla önündeki ufak masaya dizmişti. Beni görünce: "Kaymaklı
mı, vişneli mi?" diyerek bir külah, çekip iki kaşık dondurma doldurdu,
elime tutuşturdu. Şaşkınlık içinde bir köseye çekilip beyaz önlüğü, neşeli
sözleriyle hoşuma giden dondurmacıyı seyre dalmıştım. Her gelene bir külah
dondurma uzatıyor, komik sözler söylüyordu. Sinema o gün de tenhaydı. Bir
köşede birbirine sokulan bir çiftten başka herkes dondurmasını yalamakla
meşguldü. Hepsinin yüzünde bir sebepsiz sevincin izlerini görmüştüm. O sıcak
yaz günlerinin birbirine benzeyen akışı içinde birden sanki her şey
değişivermişti. Dondurmalı sinema, içime bir huzur, hayallerime bir genişlik
getirmişti.
Artık her hafta filmin değişmesini sabırsızlıkla bekliyordum. Her çarşamba
günü, kapı önünde insanlara sevinç ve mutluluk dağıtan babacan adamın elindeki
vişneli kaymaklı dondurma külahını kaptığım gibi salondaki yerimi alıyor,
perdedeki olayların akışına dostlarımın mutluluklarına kendimi kaptırıyordum. O
sıralarda kimse dondurmalı sinemanın farkında değildi. Hava sıcak, güneş
yakıcıydı, insanlar rahat günlerin kayıtsızlığı içindeydiler Biz, semt
çocuklarından, üç beş avareden, birkaç tembel evlatlık ve hoppa hizmetçi kızda,
askeri okul öğrencileri ile flörtlerinden başka bu eşsiz mutluluğu duyan yoktu.
Bunların, çoğu da bir masal içinde yaşadıklarını bilmiyor, yıllarca sonra bir
masal kahramanı halini alacaklarından habersiz bulunuyorlardı. Ben bu yeni
mutluluk duygusunun kapı önündeki babacan adamın dondurmasından geldiğini, o
zaman anlamıyordum. Yalnız bu sıkıntılı, uzun yaz günlerinde farkına varılmayan
bir sebeple, bol hayallerle yüklü bir sevincin içime düşüvermiş olduğunu hissediyordum.
Ama ne yapsalar, ne etseler olmadı. Tersine havalar ısındıkça ısındı. Kimse
sinemalı sokaktan geçmez, âşıklı, dövüşlü filmlerin semtine uğramaz oldu. Gene
dondurmalar dağıtılıyor, biz çocuklar, işsizler, serseriler, hizmetçi kızlar
sinemayı doldurmaya devam ediyorduk. Hatta üç beş kişi daha aramıza katılıyor,
sokak boyunca en çok müşteri toplayan bizim dondurmalı sinema oluyordu. Koskoca
salona yirmi, otuz kişinin bulunduğu görülüyor, bir iki locanın loşluğunda
insanlar olduğunu, babacan dondurmacının tepsisiyle dondurma bardaklarını o
tarafa taşımasından anlıyorduk. Sinemacı bu kalabalığa memnun, arada bir sokağa
çıkıp öteki sinemaların adamlarına caka satıyor, sigarasının dumanını o tarafa
üflüyordu.
Şu var ki, bu hal çok sürmedi. Karşı ki ufak sinema daha parlak bir şey
düşünmüş, bulmuştu. Bir gün sokak boyunca dolaşırken ufak sinemanın önünde bir
kalabalığın biriktiğini gördüm. Bir sokak şerbetçisi güğümünün basına geçmiş,
masanın üzerindeki bardaklara vişne şurubu dolduruyor, çatlak sesiyle bağırıyordu:
"Giren içiyor, giren içiyor... Maşallah, şerbete bak. Buz gibi, buz."
Gerçekten şuruplar bardakta öyle güzel görünüyordu ki seyircilerin birkaçı
dayanamadı, birer paradi bileti alıp bardakları diktiler. Tabii ben de o gün
ufak sinemaya girmeden, o buz gibi şurubu içmeden durmazdım.
Böylece başlayan rekabet gün geçtikçe hızlandı. Dondurmalar daha bol,
şerbetler daha lezzetli olmaya başladı. Karşılıklı bağrışılıyor, müşteri
tavlamaya çalışılıyordu. Biz, semt çocukları, işsizler, avareler, evlatlıklar ve
hizmetçi kızlar şaşkına dönüyorduk. Bir heyecandır gidiyordu. Ama dediğim gibi
bu serüvenden kimsenin haberi yoktu. Herkes başka âlemlerdeydi. Burunlarının
dibindeki, gözlerinin önündeki bu mutluluk kaynağını göremiyorlardı. Yalnız
bizler semtin avareleri, bu heyecanlı, eşsiz dünyada yaşadık. Her gün telaşla
caddeye kadar koşar, dondurmacı ile şerbetçinin yeni buluşlarını görmeye yeni
nüktelerini işitmeye giderdik. İkisi de şen adamlardı. Öğleden evvel mahalle
aralarında dolaşır, bir kahvede tavla oynar, ahbaplık ederler, öğleden sonra da
işlerinin basına koşarlardı.
Eski zaman masallarının insanlarına benzeyen bu adamlar sonra birdenbire
nasıl yok oldular? Bunu bir türlü anlayamadım. Bu eşsiz serüvenin sonu, o
günlerin telaşı arasından kayboldu. Okullar açılmış, gerçek hayat bizi bu şiir
dünyasından çekip almıştı. İlk yağmurlarla beraber dondurmacı ve şerbetçi de
sanki sellere kapılıp bilinmeyen yerlere doğru uzaklaşmışlardı. Eşsiz bir
masalın yaşandığını, bittiğini bilmeyen insanlar sinemayı doldurmaya başladılar.
Kimse, hiç kimse şehrin göbek yerinde, herkesin gözü önünde yaşanan bu ele
geçmez hikâyeyi bilemedi, göremedi.
Öyle sanmıyorum ki, bir biz, semtin haylaz çocukları, bir o işsiz
güçsüzler, bir o kötü boyanmış hizmetçilerle, tombul göğüslü evlatlık kızlar bu
hikâyeyi hatırlayacaklardır. Ama hepsi de bir masal dünyasında yaşadıklarının,
o yılların bir beyaz pantolonlu çocuğun gözünde, eski zaman masallarının ahu
gözlü sultanları, uçan halıları, gizli hazinelerinden farksız olduklarım
bilmeyeceklerdir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder