Düzenli aralıklarla, serçelere, odacıya ve yanı başımda bir iskemleye ters
oturmuş, bir tek tüfeğin gez ve arpacığından dikkatle nişan alan aile dostumuz
Ticaret Mahkemesi Yargıcı'na bakıyordum. Namluyu hafifçe oynatıyor, sonra bir
noktaya gelince gözlerini kısarak tetiği çekiyordu. Pat!.. Bir serçe daha.
Odacı, ölü serçeyi, olgunlaşarak düşmüş bir meyve gibi tabağa koyuyordu.
Anam kahve fincanlarını topluyordu. Sürekli hareket halindeydi. Bir
yolculuğa çıkacakmış gibi. Oysa yolculuğa çıkacak olan babamdı. Onu akşam
olmadan çiftliğe ulaştıracak olan at, kapıda sabırsız kişniyordu. Babam konuğun
gitmesini bekliyordu. Sadece ablam, duygularını saklayamadı. On dört
yaşındaydı. Tırnaklarını kemirirken birden bağırdı: "Vuracaksanız yılanı
vurun. Serçeleri niçin vuruyorsunuz?" Yargıç gözlüklerini bir an alnına
kaldırdı. Ablama baktı: "Bu yezitler yarın tek çağla bırakmaz ağaçta
kızım..." dedi. Serçeleri vurmaya devam etti. Bu tuhaf düğümü çözme si
için babama baktım. O, pencereden kardeşime seslendi, "Oğlum, ahırdan
kolanı getir." Kardeşim sızlanarak karşılık verdi: "Ben yılandan
korkuyorum. Getiremem." Annem, "Babanı duymadın mı?" diye
seslendi kardeşime, "yola çıkacak." Sonra Yargıç'..a döndü.
"Yoruldunuz..." "Yok canım" diye karşılık verdi Yargıç,
"Kalemi kırdık bir kere..." Yeniden nişan aldı. Pat. Bir serçe daha.
Konuşmaları garip bir tedirginlikle dinliyordum. Bu insanların hepsi aynı dili
konuşuyorlar ama birbirlerinin söylediklerini anlamıyorlardı. Sanki odada bir
Japon, bir İngiliz, bir Macar, bir İspanyol vardı ve hiç biri ötekinin dilini
bilmiyordu. Bir şey yapmalıydım. Çünkü serçeler ölüp duruyordu. Pencereye
dayanmaktan uyuşan kolumu sallayarak odanın ortasına yürüdüm. Beni bile
şaşırtan yüksek bir sesle konuşmaya başladım:
"Yani ablam diyor ki, serçeler duvardaki yuvalarına gizlenmiş yılandan
korktukları için ağaca konuyorlar. Serçeleri vuracağınıza o yılanı vurun. Hem
serçeler kurtulsun, hem de ağaç... Babam konuğuna git diyemediği için yola
çıkamıyor. Atın kolanını istemesi bu yüzden. Belki konuk anlar diye... Küçük
kardeşim kolanla yılanı karıştırıyor. Bu yüzden korkuyor. Hakkı da var. Çünkü
geçenlerde babam, karanlıkta kolan sanıp bir yılanı tutan birinden söz etmişti.
Şimdi unuttu herhalde bunu anlattığını... Annem konuğun yorulmadığını biliyor.
Bunu söylerken, artık gitseniz demek istiyor. Yargıç amca ise serçeler için
verdiği idam kararından dönmeyeceğini söylemek istiyor... Odacının da hiç sesi
çıkmıyor, çünkü korkuyor..."
Rahatladım ve sustum. Herkesin ne demek istediğini söylemiştim. Ama
odadakilerin yüzüne bakınca bir korku doldu içime. Anlaşılan ciddi bir pot
kırmıştım. Babamın durumu kurtarmak için söylediği gönül alıcı cümlelere rağmen
Yargıç izin isteyip gitti.
O anda, yaptığım işin sadece bir çeviri olduğunu, kimseyi kızdırmak
istemediğimi elbette anlatamadım. Çünkü açıkçası, yaptığımın ne olduğunu da
iyice bilmiyordum. Özelliğimi kavramam ve adlandırmam için yılların geçmesi
gerekti.
Çevirmenlik, bilinen bir iştir. Güçlükleri olduğu doğrudur. Ama eninde
sonunda, yaptığımız iş, bir dilde yazılan ya da söyleneni bir başka dile
aktarmaktır. Benimki ise bambaşka bir olaydı. Aynı dili konuşan insanların
söylediklerini gene aynı dile çevirmek. Bana öyle geliyordu ki, evde büyüklerle
küçüklerin, okulda öğretmenle öğrencilerin, sokakta köylülerle kentlilerin,
ülkede yönetenlerle yönetilenlerin birbirlerini anlamaları için birinin çıkıp
bir tür çeviri yapması gerekiyordu. Ve başka konularda olduğu gibi, bu konuda
da sorumluluk duyuyor, hatta çoğu kez bu sorumluluğun altında eziliyordum. Gene
de bir başkası üstlenmediğine göre, bu görevimi yerine getirmeliydim. Yılmak
bilmez bir bağlılıkla işimi sürdürdüm.
Çevirmenlik görevim kimi zaman mutlu sonuçlar doğuruyordu. Beyazıt
Kitaplığı'nın avlusunda, sevgilisi delikanlıya aşktan söz etmek isterken kimya
formülleri anlatan genç kızın sözlerini Türkçeye çeviriyordum örneğin. Genç
kız, mutluluktan bayılmış gözlerle bakıyordu bana. Ya da bir felsefe kitabını
bir türlü anlayamayan arkadaşıma yeniden ve gene Türkçe anlatıyordum Eflatun'un
dediklerini. Bu kez anlıyor ve çok sevdiği felsefe konularında ilerliyordu. Ama
kimi zaman da kolayca tahmin edebileceğiniz gibi, inanılmaz karışıklıklara,
kızgınlıklara neden oluyordum.
İnsanların konuşmalarındaki ikiyüzlülükten mi kaynaklanıyordu acaba benim
bu mesleğim diye düşündüğüm çok olmuştur. Bir ölçüde doğrudur bu. Ama tümüyle
değil. Söylediğinin tersini düşünen birinin yüzünden maskesini sıyırmak bu
anlamda bir çeviridir elbette. Ama iki ayrı insanın, aynı sözcüğü, örneğin
özgürlük ya da masa gibi biri soyut, öbürü somut iki sözcüğü tümüyle ayrı ayrı
kavradıklarına da tanık oluyordum. Böyle durumlarda, elbette bir ikiyüzlülük
söz konusu değildi. Ama gene de bir çeviri gerekiyordu.
Beni en çok şaşırtan olay, günün birinde, iki insanın sözlerini aynı dilde
birbirine çevirirken, benim kullandığım sözlerle yeni ve üçüncü bir dil
oluştuğunu görmem oldu. Çünkü eninde sonunda iki taraf arasında bulunan ben de,
bir dille konuşuyordum. Ve bu dil, öbür ikisinden farklıydı. İki insan, iki
topluluk ya da yeryüzü ile insan arasında yeniden üretilen bir dil.
Şimdi kimi zaman düşünüyorum: Acaba edebiyat denen şey bu mu? Bu konuda bir
yazı yazmayı da bu yüzden düşündüm.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder